9 Kasım 2013 Cumartesi

"Fotoğraf görülmek içindir"

Türkiyedeki Sözde "fotoğraf camiası" siteleri ve bu ortamlarda gördüğüm aksaklıklardan bahsetmek istedim. Günümüzde bu fotoğraf camiası bir kaç web sitesi ve dergiden ibaret sanıldığı için bu sitelerde bulunan "Ana sayfa fotoğrafı" ve "Anasayfa fotoğrafçısı", "fotoğraf duayeni" olma statüleri...
Bir fotoğrafçının herhangi bir sitede bilmem kaç kez günün fotoğrafçısı olması o kişinin fotoğraf kariyerine zerre kadar etki etmiyor ki... Ama gel de anlat hadi...
Bu tip sitelerde Ana sayfada bulunanlar genel olarak iki amaçla seçiliyor. Birincisi, belli miktardaki insanların bir çalışmaya ya da fotoğrafçıya "iyi" demesi halinde diğer insanların da bu kişiyi ya da çalışmayı "görmesi" içindi.
İkincisi ise fotoğrafçılıktan çok uzak olan bir sebep. Sitenin hit miktarının yüksek tutulması sağlanarak, sitenin devamlılığını sağlamak...
Ancak görüyoruz ki, insanlar "hak ettikleri için övgü almak" yerine sadece "övgü almak" ile ilgilenmeyi yeğliyor. Bunun kimseye bir zararı yok elbette. Bi yere kadar "eğlencelik" bile sayılabilir elbette. Ancak zaman içinde insanlar bu sanal statüleri o kadar ciddiye alıyor ki, gerçek ustaların karşısına geçip "sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben filan sitede bilmem kaç kere GF oldum" deme cüretini gösterebiliyorlar. Acı bir gülümsemeyle izliyoruz ancak... Nitekim bir çok ulusal sitemizde bunların zaman içinde yaşandığını görüyor, duyuyoruz. Her insan takdir edilmekten hoşlanır elbette ancak, bir işte çıraksak, bunu kabullenmemiz bizi ileriye götürebilecek en büyük etkendir. Ancak ustaların bizlere yaptığı eleştirilere verdiğimiz yersiz tepkiler sonucu ustalarımız da zamanla bizlerle bu sitelerde çalışmalarını paylaşmaktan vazgeçiyorlar... Bu vazgeçiş bizleri, onların bizlere öğretebilecekleri bilgilerden mahrum kalmamızla sonuçlanıyor malesef...
Hasılı, ne bir fotoğraf sitesinde anasayfalarda bulunmak, ne de herhangi bir sergide çalışmanızın sergilenmiş olması fotoğrafınızı, fotoğrafçı kimliğinizi değerli kılmaz. Bir nevi göze sürme gibi birşeydir bunlar.. Geçici ve ufak hazlar duymamızı sağlar, mutlu olursun ve sonra geçer gider.. Kalıcı olan şey aldığımız bu minik hazlar değil, zaman içerisinde insanların çalışmalarımıza vereceği değer ve çalışmalarımızın günden güne daha iyiye gitmesidir. Fotoğrafta temel prensibiniz "Fotoğraf görülmek içindir" olduğunda ne aldığınız yergiler ne de övgüler size bir zarar vermez, aksine size doğruları ve yanlışları göstererek "daha iyi"ye ulaşmanızı sağlar. Her gün yüzlerce asılı çamaşırlar, börtü böcek fotoğrafları, sümüklü veletler, ihtiyar amcalar teyzeler... Ya da bilindik bir fotoğrafın kopyaları.. Her gün süregelen gereksiz ekipman tartışmaları.. Fotoğraftan ziyade(!) matematik hezeyanları... Aman suya sabuna dokunmayın demeyin lütfen bana... Zaten bu yüzden değil midir isyanlar? Kimse size bunları çekmeyin, şunları çekin diyemez elbette, demiyorum da zaten.. Fotoğraf bir zevktir herşeyin başında... Gönül işidir... Ama ya bireysel yorum? Ya hissiyat? Fotoğraf bir makina işi değil ki... Öyleyse şayet, buyrun vereyim size makinamı da çekin bir Andrej Dragan ya da Jill Greenberg fotoğrafları...
Biliyorum, daha önce de bu konuya değinmiştim... yine değineceğim... Hissetmek, düşünmek gerek fotoğrafta... Paneller, sergiler, ödüller geçer gider... Geriye sadece fotoğraflarınız ve belki de sizin için bir "anı" olan fotoğraflarınız kalır. İçinde hisleriniz yoksa o çerçeveli fotoğrafınızın sokak tabelasından ne farkı kalır?
Bu minvalde, Aslolan "makinanız ve siz"siniz. Gerisi ile fazla meşgul olmamak yapılabilecek en güzel şey olsa gerek.. Sergilerden, web sitelerinden, yarışmalardan; özetle "egolardan" kurtulup, bu tip organizasyonları birer "araç" olarak görebildiğiniz ve "sadece fotoğraf" ile ilgilenebildiğiniz mutlu günlerinize bir an önce kavuşabilmemiz dileğiyle...
Kaynak: Mustafa Kemal Dolaşır
 http://www.fotono1.com/egitim.php?p=2&id=26

Alan derinliği

http://www.fotono1.com/egitim.php?p=2&id=10

29 Ekim 2013 Salı

YEDİGÖLLER'DE GÜZ






Yedigöllere ilk kez giderken, Mengen tarafından girişte katedilen yaklaşık bir saatlik yol boyunca çekmek istediğim fotoğrafları hayal etmeme bile gerek kalmamıştı. Çünkü, en büyük sanatçı sanatının en muhteşem eserlerini sergilemeye başlamıştı.
Yedigöller için söylenen "senfoni", "cümbüş" ve benzeri tüm betimlemelerin ne kadar yetersiz olduğunu buraya gelince daha iyi anlıyor insan.
Burası için tek dileğim en azından 8-9 saat çekim için zamanımın olması. Burada izleyeceğiniz görüntüler yaklaşık 1,5 saat gibi oldukça kısa bir sürede ve neredeyse can havliyle çekildi. O nedenle, profesyonel bir gezi ekibinin kaydını içeren linki de eksikleri gidermek adına paylaşıyorum.
http://www.worldtravelchannel.com/WebTv/E-513/2Bolum---Yedigoller--Bolu

28 Temmuz 2013 Pazar

Sinop Cezaevi



Fotograf Sanatı Kurumu'nun(FSK) organizasyonu ile 30 Martta gittim Sinop'a. Daha önce bir kez iş için gittiğimde cezaevini ziyaret edememiştim. Başak'ın yaptığı ziyaretin fotolarından oluşan sunumu izledikten sonra bu gezi benim için altın bir fırsat oldu.

Sinop'taki tek odak hiç kuşkusuz cezaevi idi.

Yaklaşık 3 saatte resmen kan-ter içinde beşyüzün üzerinde bastım deklanşöre. İnanın hepsi parmak izi gibi yapıştı gözüme ve gönlüme.


Cezaevini anlatmaya kelimeler yetmiyor. Ama en çok Sabahattin Ali'nin dizeleri ve nefes verdiği heceleri aklımdaydı. Sanırım bu nedenle Nazım bile aklıma gelmedi soğuk duvarların arasında gezinirken.

Sinop için oldukça sıcak bir günde gezindim koridorlarda ve hücrelerde. Dışarıda terlerken, içerisi en az 8-10 derece daha soğuk gibi hissettim.Yaklaşık iki kış üst üste hiç grip olmamışken, seyahat sonrası ağır bir grip geçirdim. Oradaki mahkumları düşününce benimki solda sıfır tabi.

Fotograflarda Sabahattin Ali'nin hücresini gösterirken araya bir martı ve deniz görüntüsü koymak zorunda hissettim kendimi. Gerçekte hücre deniz görmüyordu. Ama gönlüm buna razı olmadı.
Toplasak üç dört dakika dahi kaldığım hücrelerde nefesimin daraldığımı, kalbimi sıkıştığını söylemek bile abes.
Ankara Ulucanlar Cezaevinin otele dönüşmüş hali ile kıyaslanamayacak derecede, insanın içine işleyen bir mekanı size getirmeye çalıştım.






16 Haziran 2013 Pazar

Hiçbir şey göründüğü gibi değilmiş...


Kuş yuvalarını sevmeyen veya ilkokuldan itibaren resimlerinde yer vermeyen yoktur herhalde..

Gittiğim her yerde kuşlar ve yuvaları görüntülemek isterim. 

30 Martta Sinop'ta bir göl kenarında yandaki fotografı çekerken güzel bir kuş yuvası çektiğimi düşünürken -cahillik işte- bir arkadaşımın uyarısı ile konuyu araştırdım.

Meğer bu gördüğüm şey kuş yuvası gibi masum bir şey değilmiş. Bu bir bitki. Adı : ökseotu.
Ökse otu (Viscum album), Santalaceae familyasından Avrupa, batı ve güney Asya'ya özgü asalak bir bitki türü. Halk arasında gevele, güvelek, gövelek, purç, çekem olarak da bilinir.
 Her mevsimde yapraklı olan ve ağaçlar üzerinde yaşayan yarı asalak bir bitkidir. Özellikle elma ağacının dalları üzerinde yaşar. Armut, söğüt,kavak, meşe gibi ağaçların üzerinde de asalak olarak yaşayabilmektedir. Sapları her zaman ikiye ayrılarak dallanır. Çiçekleri tek eşeyli, meyveleri yapışkan, sulu ve yumuşaktır. Bu meyveleri yiyen kuşların kondukları ağaçların üzerine dışkılarıyla tohumları bırakması ökse otunun yayılmasını sağlar. Bazı yörelerde meyvelerindeki yapışkan madde çubukların üzerine sürülerek kuşları yakalamak için ökse olarak kullanılmaktadır. Ökse otunun meyveleri eczacılıkta kullanılmaktadır. 

Bu fotograf Erzurum'un Ilıca ilçesinde Ocak 2011'de çekildi. Orijinal kuş yuvaları bunlar.

26 Mayıs 2013 Pazar

Yusufçuk

 Tekrar merhaba,


Eymir gezisi/tatili oldukça verimli geçti. Hayatımda ilk kez bir böcekle göz göze geldim. Eve gelip fotografları bilgisayarda ayıklarken onların aslında iki böcek olduğunu (Yusuf ile Züleyha belki) gördüm. İyi bir fotograf karesine konuk olduklarından haberleri yoktu. Galiba onları biraz utandırdım.

Aslında bambaşka bir şeye odaklanmış iken kulağımın dibinden oldukça hızla ve gürültü geçince peşine düştüm Yusuf'un. Yolun kenarında bir dala konduğunda parlak kızıl rengi sayesinde onu bulmam pek de zor olmadı.
Özel hayata saygı gereği onları rahatsız etmeden ayrıldım, yol boyunca bir kaç tane yalnız Yusufçuk ile sohbet ettik.

Yusufçuk (Anisoptera), dinlenmeleri sırasında yanlara açık olarak yatay tutmalarıyla kızböceklerinden ayrılan bir tür. Büyük birleşik gözleri, güçlü saydam kanatları, göz alıcı renkleri ve uzunca vücutlarıyla ile tanınıyorlar. Vücutları kuvvetli yapıda ve hiçbir zaman düz değildir. Hareketleri daha hızlı ve devamlıdır. Bağırsak solunumu yaparlar. Göller ve durgun sularda sıkça bulunurlar.(Wikipedia)
Yusufçuklar genelde sivrisinekler, tatarcıkları ve arılar, kelebekler gibi diğer küçük böcekler ile beslenirler. Çoğu zaman göllerin, akarsuların ve su birikintilerinin olduğu bölgelerde görülürler, çünkü "nemf" diye adlandırılan larvaları suda doğarlar. İnsanları normal şartlarda ısırmaz ya da sokmazlar fakat karınlarndan tutulduğu takdirde kurtulmak için ısırmayı denerler.

Sivrisinekler gibi bazı zararlı canlıları yiyerek popülasyonlarını dengede tutmaları bakımından oldukça önemlidirler. Bu nedenle Kuzey Amerika'da birçok yerde yusufçuklar "sivrisinek avcıları" olarak adlandırılırlar.
Bir yusufçuk böceğinin yumurtadan ölümüne yaşam süresi 6 ay ile 7 yıl arasında değişebilir.



Yetişkin yusufçuklar sadece uçarak avlanırlar, havadayken birçok uçan zararlıyı yerler. Yarım saat içinde kendi ağırlıklarına eşit oranda besin tüketebilmeleri mümkündür.

Yusufçuk adını, yüz güzelliği ve rengarenk kaftanı ile meşhur Yusuf peygamberden aldığı iddia edilir

Biz Eymir'den ayrılırken Yusuf ile Züleyha da öğle güneşinin tadını çıkarmak üzere göl üzerinde gezintiye çıkmışlardı.



Sevgi ile kalın,
Hoşçakalın...

25 Mayıs 2013 Cumartesi

"GELin"cik


Japonlar, gelincik için şöyle der; ’Gelincik insan ömrü gibidir. Dünü vardır. Yaşamıştır. Bugünü vardır. Yaşıyordur. Ama yarını belli değildir’

Yıllar önce gelinciğin sanılanın aksine çok dayanıklı bir çiçek olduğunu duymuştum.  Abant'a yaptığımız bir gezi sırasında, galiba 2007 yılı Mayıs ayında, kaldırım taşının kenarında rastladığım gelincikleri fotoğraflamaya çalışmıştım. Bu fotoğraflar Analog makine ile çektiğim son kareler olduğu için ayrıca değerli. Yandaki fotoğraf da o günden hatıra kaldı. 
O günden beri gelinciklerle bezeli bir albüm yapmak istiyordum. Bugün sağolsun Başak sayesinde bu isteğimi gerçekleştirebildim. Sabah beraber Eymir Gölü'ne gittik.
Aslında pek de umutlu değildim. Birkaç gündür zaman zaman sertçe esen lodostan geriye gelincik kalmamıştır diyordum kendi kendime. Ama oradaydılar... Bütün albenileriyle.




Gelincik (Paper rhoeas), gelincikgiller (Papaveraceae) familyasından Dünya'da çok geniş bir yayılma alanına sahip tek yıllık bir bitki türü.
25-60 cm arasında değişen yüksekliklere ulaşabilir. 
Yaprakları mavimsi yeşildir. Dip yapraklar uzun saplı, gövde yaprakları sapsız ve gövdeye bitişiktir.




Çiçeklerin genel rengi koyu kırmızıdır. Ancak beyaza kadar giden değişik sarı, turuncu, renkleri vardır. 
Sade, kırılgan,özgür çiçek... İncecik boynu ve tül gibi yapraklarıyla. 




Gelincik ismi geleneksel gelinliklerin kırmızı olmasından gelir. Kırmızı gelincikler küçük bir gelin olarak görürler. Bir bölgede çok asker ölürse o bölgede gelincik çiçeğinin biteceğine inanılır. Gelincikler I. Dünya Savaşının da en önemli sembollerindendir.






İngilizcede gelinciğe verilen adlardan biri de "Corn Poppy" dir. Gelincik uyku tanrısı Hypnos (Roma'da Somnus) tarafından insanları/tanrıları uyutsun diye yaratıldı.

Bereket tanrıçası Demeter ( Roma'da Ceres ) bir zamanlar uykusuzluktan çok çekermiş. Uykusuz ve yorgun olduğundan bitkilerin büyümesi ve verimli olması için çabalamaya gücü yetmezmiş. Kıtlık başlamış. Bunu gören Somnus, Ceres için gelinciklerden bir karışım yapıp içmesini sağlamış. Ceres bunu içer içmez derin bir uykuya dalmış.
Uyandığında kendisini uykusunu almış ve çok da zinde olduğunu görmüş. Ve tabi tüm enerjisini tarlada büyümeye çalışan mahsule yoğunlaştırmış. Kıtlık bitmiş, rekolte rekor kırmış. O zaman bu zaman çiftçiler mısır/hububat tarlalarında ne zaman gelincik görseler bunu o senenin yeni rekorlara gebe olduğuna yorarlar ve gelincikleri asla koparmazlarmış. Bu çiçeğe de "Corn Poppy veya Corn Rose" adını koymuşlar.



Gelinciğin tarihsel izlerini aramak için binlerce yıl geriye gitmek gerekiyor. En eski çizimleri en az 3000 yıl önceye tarihlenen eski Mısır lahitlerinde bulunmuştur. Ayrıca günümüzden yaklaşık 1000 yıl öncesine ait Codex Vindobonensis'te Bizans prensesi Anicia Juliana gelinciklerle birlikte resmedilmiştir. Gelincik Homer'in İlyada'sında da kendine yer bulur: Homer ölen savaşçıları gelinciklere benzetir. 

Eski Yunan / Roma mitolojisinde de gelincik bir çok tanrı ile ilişkilendirilir. Örneğin Morpheus (uyku tanrısı Hypnos'un üçbin çocuğundan biridir ve insanlara uykuda çeşitli biçimlerde görünen düşleri simgeler.) gelincikten yaptığı taçları uyutmak istediklerine verir. Adına yapılan tapınaklar da genellikle gelinciklerle süslenirdi. Romalılar karasevdaya düşenlere gelincikten yaptıkları içecekleri verir ve bunların aşk acılarını dindireceğine inanırlardı.




Gelincikleri savaş ile bağdaştırmak içimden gelmese de isimleri pek çok savaş hikayesiyle birlikte anılır. Bahar ayları savaş aylarıdır: Mart adı da savaş tanrısı Mars'tan gelmektedir.Gelincikler de bahar çiçekleri olması ve kırmızı renkleri sebebiyle savaşlarla ilişkilendirilmiştir. Gelincikle ilgili birçok kültürde birçok efsane anlatılır. Bunlardan biri de Cengiz Han ile ilgilidir: Cengiz Han bir savaşta düşmanı perişan edip muharebe meydanını kan gölüne çevirdikten kısa bir süre sonra burayı gelinciklerin doldurdukları gözlemlenmiş.
Aynı hikaye yüzyıllar sonra Napolyon ile ilişkilendirilerek anlatılır. Araştırıldığında, çok muhtemeldir ki askerlik tarihi benzer savaş öyküleri ile doludur. Nitekim benzer bir hikâye de Çanakkale savaşları sırasında yaşanmıştır. 1.Dünya Savaşının hemen ardından Gelibolu'nun gelincik tarlasına döndüğü söylenir. 


Bu kadar farklı anlamlar yüklenen gelinciklerin beni en çok etkileyen özelliği, hoyrat hava şartlarına direnerek yaşamını sürdüren bu çiçek dalından koparıldığında hemen dağılıyormuş. (Lütfen denemeyelim...)


Yazı karşıladığımız bugünlerde, geçen hafta içinde esen lodos fırtınasına rağmen bu kadar gelinciği bir arada görmek beni fazlasıyla mutlu etti ve sizlerle de bu mutluluğu paylaşmak istedim. Başak'a da bu güzel buluşma için tekrar teşekkür ederim.
Bu fotografta gelinciğin meyvesi ile kahvaltılarını yapan böcek ve tırtılı suçüstü  yakaladım :)

Hoşçakalın.



19 Mayıs 2013 Pazar

Vicdan, ilahi bir takiptir...




Uzunca bir aradan sonra tekrar merhaba...

Geçen hafta iş için Kızılcahamam'a gittim. Görsel medyada çokça yer verilen Şehitler Anıt Ağacını görme fırsatım oldu.


Bu ağaç hakkında internette arama yaptığınızda karşınıza çıkan bilgiler aşağı yukarı şöyle; Heykeltıraş Derviş Özer, 1980'den beri şehit olan Mehmetçiklerin künyelerini Kızılcahamam ilçe merkezindeki Şehit Fatih Duru Parkı’na dikilen kurumuş bir sedir ağacı üzerine çakarak bu anıtı oluşturmuş. Üzerindeki künye sayısı 6380 civarında. 

Askerlik yapanlar ve savaş filmleri izleyenler bilirler. Bilmeyenler için kısa bir bilgi, künye askerlerin kimlik, kan grubu ve birliği vb. bilgilerin yazılı olduğu, üzerinde iki adet çentiği bulunan dikdörtgen şekline metal plakalardır. O çentikler, ölen askerin ön dişleri arasına  künyenin sıkıştırılması için kullanılır. Böylelikle cesedin tanınması sağlanır. 


O gün hava soğuk, rüzgarlı ve yağmur çisentili idi. Ağaçta yer alan ve uzun zincirlerin ucunda rüzgarın şiddetiyle sallanan yaklaşık yedi bin adet künye bizlere adeta "barııııışşşşş" diye haykırıyor gibi geldi bana. 

Fotograf çekerken oldukça zorlandım. Nedeni sadece hava şartları değil, karşımdaki görüntünün yarattığı atmosferdi.